23 Ağustos 2020 Pazar

Kaçak - E Kitap - 1.Bölüm




Talmud, Bava Batra Bölümü
Daf 16’ya göre;
Şeytan, kötü dürtüler ve ölüm meleği, aynı şahsiyetlerdir.



Küçük oynamanızın dünyaya hiçbir iyiliği dokunmaz.
Marianne Williamson


Büyük fabrikalar olduğunu söylemişti hemşire. Uçsuz bucaksız seri üretim merkezleri imiş oralar. Çok sayıda robot ve az sayıda insanın çalıştığı, tüm tüketim malzemelerinin üretildiği alanlar olduğunu söylemişti. Yiyeceklerden ilaçlara, elektronik cihazlardan kıyafetlere kadar sonsuz bir liste çıkarılabilirmiş. Böyle düşünüldüğünde insanların neden işsiz kaldıkları ve neden yardıma muhtaç oldukları anlaşılabiliyordu. 

Dünyanın artık insana ihtiyacı yoktu, üretmek için. İhtiyaç duyduğu tek sektör tüketimdi. Tüketebileceğiniz sürece varsınız. Hayatta kalabilmek için para vermeli, harcamalı ve devlete yaşamaya değer olduğunuzu ispatlamanız gerekirdi. 

Çoğu insana göre standartlaşan bu düzen bir veli nimetti. Onları hayatta tutan, yaşam malzemesi veren, sağlıklı kılan önemli bir mekanizmaydı. İçinde bulundukları sistemin bir tür canavar olduğunu bilseler buna devam ederler miydi? 

İçimden yükselen kötümser bir ses devam edeceklerini söyledi. Alışkanlıklar kötü şeydir Asya. Kolay kolay ardında bırakamazsın hiç birini. Bazen vazgeçmek yerine devam etmek en kolay yol olur. 

Gökyüzü gereğinden fazla karanlıktı. Teninizi yapış yapış yapan bir sıcaklık ve en az nefesiniz kadar ısıtan bir rüzgar hakimdi havaya. Pencereden gözüken asfalt yol yarı yarıya boşalsa da hala hatırı sayılır bir insan trafiği vardı.

Kimileri katil, kimileri hırsız, kimileri kaçak kimileri kaçakçıydı. Geride kalanlar ise benim gibi sadece maktüldü. Her an kötü bir şey olabilme ihtimaline karşı diken üstündeydik. 
Kilidi tam olarak kapanmaya pencereye, boş verandaya ve en sonunda evin etrafını üç taraftan saran ormanlık alana baktım.

Bahçe kapısı yine açıktı. Her ne kadar dikkatli olursam olayım mutlaka bazı şeyleri gözden kaçırıyordum. Belli ki istenmeyen bir misafir etrafı kolaçan etmişti. Kapıyı kapatmadan gitmiş miydi yoksa hala bahçede miydi? Etrafta bir hareket algılamadığım için oyumu ilk seçenekten yana kullanmayı tercih ettim. Hava tam olarak kararmadan önce kapıyı kapatmak için alt kata indim. 

Kurumuş otlar, eski püskü ayakkabılarımın altında hışırdıyor, sokakta artık tek tük kalan birkaç kişinin ayak seslerine karışıyordu. 
Evin bahçesine çekilmiş tel örgülerle bitişik büyük raylı bir kapıydı. Ray paslandığı ve bakım yapılmadığı için yerine çekmek baya zordu. Pastan dökülen yüzeyine asılıp kendime doğru çektim. Kollarımın iki katı genişliğindeydi. Uzun süredir yağlanmadığı için gıcırdıyordu. Ama gıcırtının dışında bir ses daha yükselmişti. O an dikkat kesilmemiş olsam sesi duymam pek mümkün olmazdı.
Emindim, ses bahçenin bitiminden 10 metre sonra başlayan ormandan yükselmişti. 

Korkuluğa tünemiş bir karga tıpkı benim gibi ormanı gözetliyordu. Sessizliğini bozup gakladığında korkuyla yerimden sıçradım ve o zaman gördüm. Kalın ağaç örtüsünün arkasında duran şeyi…

Hızla üzerime gelmekte olan bir karartı. Sanırım bir baykuştu! Başımın bir kaç santim ötesinden rüzgâr gibi esip geçti ve bu, uğursuz bir senfoninin başlangıç notası oldu!
Bir belgesel sahnesine benziyordu. Yırtıcının saldırısından hemen önceki uyarı çığlıkları yükseliyor ve canlı olan her şeyi kaçıyordu. Ormandan yükselen yoğun ses dalgalarından sakınmam mümkün değildi. Kuşlar her tonda şakıyıp, çeşit çeşit dillerde konuşmaya başladı. 

Baykuşların boğuk homurtular,
Kargaların çığlıkları, 
Serçelerin cıvıldamaktan uzak sesleri, 
Ve daha onlarcası... 

Ruhuma ulaşan karanlık bir hisle izlenildiğime dair uyarıldım. Göz bebeklerim çaprazımda, ormanın girişinde duran bir çalıya takıldı. Bütün duyu organlarım, gördüğüm şeye odaklanmıştı . Eğer ileri derece miyop değilsem -ki değildim- orada bir şey vardı. 
O şey bir çalı değildi. 
Hafifçe öne eğilmiş ve saldırı pozisyonunu almış, vahşi bir şeydi. Bir hayvana benziyordu. Ama bilinçaltım, onun bir hayvan olduğu fikrine bir an bile inanmadı.

Ağzımın içindeki safra tadı yoğunlaştığında, onun bana doğru atıldığını gördüm. Yaslanmış olduğu ağacın geniş gövdesinden bir ok gibi fırladı. Hareket, yanı başında patlayan bir silah etkisi yapmıştı.

Çığlık ses tellerimi yararak çıktı ve ben daha akıl etmemişken, adalelerim eve doğru hareketlendi. 
İki yüz kilometre hızla giden bir trendim. Bir elin omzuma değdi sandım! Hızla silkindim ve tren rayından fırlayıp parçalarına ayrıldı. Koş! dedim kendi kendime. Sakın arkana bakma ve koş!

Verandanın basamağına ilk adımımı attığımda berbat bir çarpma sesi duydum. Sanki gerçekten bir tren varmış da tüm süratiyle bir duvara çarpmıştı. Verandayı uçarcasına geçip açık kapıdan içeri attım kendimi. Kapıyı süratle gerisin geri örtmemin hemen ardından koridoru soluk soluğa geçip mutfağa koşmuştum. Mutfak dolabının üzerinde duran sabit hatlı telefona bir umut uzandım. Bir çağrı bırakabilirsem belki bir dönüş yapılırdı.

195’i tuşladım. 
Birincil derecede tehlike: Cinayete teşebbüs, taciz-tecavüz, silahlı yaralanma. 

Ancak bu durumlardan birindeyseniz bu numaraya ait çağrıyı bırakabilirsiniz. Aksi bir durumdayken bu çağrıyı kullanmanızın ağır yaptırımları olurdu. Tabi bir güvenlik birimi sizi fark eder ve çağrınıza dönüş yapar ise.
Şu an tek dileğim içlerinden birinin adresime yakında olmasıydı. 
Diğer yandan kulağım sürekli dışarıda, en ufak sese karşı tüm duyularımı odaklamıştım.

Titreyen diz kapakları, ağlamaya hazır gözler, diken diken olmuş tüylerden ibarettim. "Sakin ol" dedim kendi kendime. 
En iyisi odama çıkıp yukarıdan bahçeye hızlıca göz gezdirmekti. Oda pencerisinden dışarıya bakındım. Etrafta gezinen biri görünmüyordu. Mutlak bir sessizlik içinde nefes alıp veren tek canlı bendim. 
Ormanlık alanda kimse yoktu. Bahçe kapısı bıraktığım gibi yarı aralıktı. 

Parmaklarımı saçlarıma geçirip diplerine masaj yapmaya çalıştım. Oysa bir yanım onları çekip koparmak istiyordu. Arada sırada son derece gerçekçi kabuslardan uyanır, bazen sesler duyar, gördüğümü iddia etsem de gerçekte olmayan şeyleri gösterirdim. Tıpkı az önce olduğu gibi... 

Çocukken, geceleri hep bir şeyin adımı fısıldadığını söylerdim. Ama diğer herkes bana gülüp, sadece rüzgar uğultusu derdi. Haklıydılar! Dikkat kesildiğimde duyduğum şeyin, rüzgarın uğursuz nefes alışları olduğunu anlamış ve alışmıştım. Şimdi, hiçbir ses o kadar masum gelmiyordu kulağıma. 
İçinde yaşadığım dünyadan dolayı paranoyaklaşmış, deliliğin kıyısında ipteki bir cambaz gibiydim. Düşmemek için  kan ter içinde ipi takip ediyordum. Ama bir türlü karşıya geçemedim. Hep ipteydim. Hep ipte!


Ada’nın gerçek sakinleri

Sakinleşmek için yapabileceğim tek şey yüzümü yıkamak ve biraz serinlemekti. Artık iyice eskimiş olan havluyla yüzümü kuruturken, boy aynasının karşısına geçtim. Çöpün kenarına, önceki sahibi tarafından terk edilmişti, büyük bir kısmı çatlaklarla doluydu. Çatlaklardan yansıyan yüzüm her zamankinden daha bitkin, gözlerim ise suluydu. Birisi yüzüme kül serpmiş gibi solgundum. 

Geçti dedim kendi kendime. Dışarıdaki her kimse dışarıda kalmaya devam etmişti. Ya da tam beynimin içindeydi? Suratımda kalan son birkaç su damlasını alırken aynada tuhaf bir şey gördüğümü sandım. Sönen bir ateşten yükselen siyah dumanlara benziyordu. 
Dumanın odamda ne işi vardı?
Başımı çevirip omzumun üzerinden geriye baktım. Tüylerim diken diken olurken şaşkınlık dehşetle beraber kanıma işledi.
Banyonun kapı ağzında biri vardı.
Odamın gölgelerine saklanmış, yılan gibi gözleri olan biri...
Yılan mı?
Yüzüme tokat gibi çarpan bir sesle “Çığlık atmanı beklerdim” dedi. Sesi öyle bir tetikleyiciydi ki, sahip olduğum 86 milyon nöronun 86 milyonu da ona itaat etti ve boğazımdan fırlayıp gitti çığlık! Kendi gürültümün içinde "Doğru tepki" dediğini duymuştum.
Benim kontrolümde kalmış birkaç nöronun komuta ettiği elim, banyo kapısını hızla kapadı. Tir tir titreyerek çevirdim kilidi. 
Evime nasıl girmişti? 
Ne yazık ki bu soruya verebileceğim onlarca cevap vardı. Kilidi tutmayan mutfak camı, biraz zorlayarak kırabileceğiniz ön kapı, pas tutmuş arka giriş...

Kulağımı kapıya, kalbimi göğüs kafesime dayadım. 5 dakika geçti. 10 dakika, koşarak yol aldı. Ama içeriden bir çıt sesi bile yükselmedi.
Hala orada mısın? 
Oradaysan neyi bekliyorsun? 
Kapıyı kırabilir veya tehditler yağdırabilirdi. O pozisyonda ne kadar durduğumu bilmeden bekledim. Yine yeniden hiç bir ses yükselmiyordu. Gerçek miydi tüm bu olanlar? Bir kabus olmasını diledim. 
Uzun bir süre bekleyişin ardından korkudan çalışmayı kesen beynimde bir yaşam sinyali belirdi. Bitkiler diyordu bana. Yan odadaki minik sera bu kapının ardında benden çok uzaktaydı. Korumasız bir biçimde. Bu yüzden kapıyı açma derdine girişmemişti. Aradığını bulduğu için! 
Az önceki korkuya artık bariz bir çaresizlik eklenmişti. Hayatta kalmamı sağlayan şeyleri kaybedersen hayatta kalmamın pek bir faydasını göremeyecektim. Terli avuç içlerim kapıyı olabilecek en sessiz şekilde araladı. Banyodan gelen ışıkla hafifçe aydınlanan odayı bir güvenlik kamerası gibi dikkatle taradım.

Pencere açıktı ve bu o şeyin içeri nasıl girdiğini açıklıyordu. Ani bir rüzgarla perdeler havalandı.  Sessizce attığım iki adım sonra odanın ortasında durup etrafı dinlemek için birkaç saniye bekledim. Diğer odalardan yükselen herhangi bir tıkırtı ya da ona benzer bir şey duymayı bekliyordum.
İnce tişörtümü delip, tenime ulaşan bir sıcaklık yayıldı sırtıma. Benden başka bir bedenin varlığıydı o. Tıpkı bir kedinin tüyleri gibi kabardı ensemdeki tüyler. Beynimdeki güvenlik mekanizması alarm veriyor, tehlike diye bağırıyordu! Bir erkeğe ait olan  duygusuz ses hemen arkamdan yükselmişti. 
"Cesurca" 
Cesurca mı? 
Sözlük anlamı neydi? 
Unutmuştum.
Çünkü cesaret, kırıntısını dahi bırakmayarak terk etmişti beni. Pılını pırtını toplayıp gittiğinde, tir tir titreyen bir kan ve et torbasından ibarettim. 
Beni ayakta tutan tek şey  hayatta kalma içgüdümdü. 
İşte tam da o anda, sinirlerim inceldiği yerden koptu.
Faili meçhul maktüllerden birisine dönüşmeme sadece saniyeler kalmıştı!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Follow Us @brandallfigure